Hayatımın en maceralı tatilini anlatmaya başlamak kolay olmadığı için uzun zamandır sindirmeyi bekliyordum. Bu yazıyı bir gün tamamlayabilir miyim bilmiyorum ama bir yerden başlamam gerektiğini düşündüm. Tek başıma tatile gitme isteğim ne zaman oluştu hatırlamıyorum. Bir yandan da yeni insanlarla tanışma hevesim.. Bir gün Facebook üzerinden karşıma çıkan “Avrupa Rüyası” reklamına tıkladım ve bütün planlarım değişti. Avrupa Rüyası rotasını 15 ülke 20 şehir 18 gün şeklinde çizen bir otobüs organizasyonu. “Otobüs” deyince korkunç geliyor biliyorum, korkunç da zaten :)) Otobüs kriteri duruma daha bir zorluk, rahatsızlık katıyor ama benim gibi otobüs yolculuğu sevenlerdenseniz ayrı. Benim için büyük bir risk ve yenilik içeren bu yolculuğun hayatıma katacağı güzel tecrübeleri, güzel insanları bilmiyordum o sıra. Bireysel olarak çıkacağım ilk seyahat olmasının yanı sıra içeriği sebebiyle devasa bir programdı benim için. Neyse, internet sitelerine girdim, başvuruda bulundum kabul edildim derken ofislerine girip güven duygusunu aldıktan sonra beklemeye başladım. Başvurduğum tarih Mayıs falandı, gideceğim tarih Eylül. Bekleme kısmı en acılı, sızılı kısmıydı bence :) Bu arada eklemek istediğim bir şey, fotoğraflarda göreceğiniz insanların çoğunun tura yalnız katılmış olması..
Bu süreçte bir sürü hazırlık yaptım 18 gün benim en uzun tatilim olacaktı. Birçok farklı ülke gezeceğimden mevsimsel durumlar da işin içine girdiği için şortlar, kazaklar, gözlükler, yağmurluklar şeklinde koca bir valiz hazırlamıştım. Her gün otele giriş yapmayacağımız için yedek kıyafetlerimin, ilaçlarımın olduğu bir sırt çantası hazırladım. (ki bu sırt çantası yolculuk boyu ayağımın dibinde durduğundan çok rahat uyku çekmemin yanında, bacaklarımın şişmemesini de sağlamıştı.) Bir de ufak bir çantada yiyecekler hazırlandı tabii. (Çorba tutkunu olmayan ben bile o hazır çorbaları deli gibi içtiğimi hatırlıyorum. -Bu arada Paris'te hastalanıp, İtalya'da çorbaya 11EUR vermiş bir insan konuşuyor!- Konserve, çorba, lavaş, üçgen peynir, zeytin ezmesi, galeta özellikle tavsiye ettiklerim :)) Bu aldığım yiyecek çantası uzun süre yollarda gereksiz para harcamamı engelledi. Avrupa’ya doğru gittiğimiz güzergahta suyun fiyatının 1.80EUR’lara çıktığı uyarısını yapmadan geçmek istemiyorum. Bazı şehirlerde çeşmelerden su doldurmuştuk, onlarda yanımıza güzel anılar olarak kar kaldı. Elimizdeki tek bardaktan sırayla kana kana su içtiğimizi hatırlıyorum.
Sofya - Bulgaristan
Bulgaristan - Sofya'ya Alexandrer Nevsky Katedrali'ne güneş doğarken renk cümbüşüyle giriş yaptık.. Katedralin yapımına 1882’de başlanmış ve 1912’de son bulmuş. Osmanlı Rus Savaşı’nda Bulgaristan adına savaşan Rus askerlerin anısına inşa edilmiş. Adını Rus Prensi Alexander Nevsky’den alıyormuş.
Gezi notu:
Kubbeleri, renkleri, oymaları o kadar detaylı ve estetik ki bak bak doyamıyorsun. Bir de önünde uzanan kocaman caddeler olduğu için çok ferah bir alanda. Yapılar öyle şahane ki! Gezecek bir sürü şehir var diyorlar ama burası daha başlangıçsa devamını düşünemiyorum.. Katedral'in çevresindeki sokakları gezerken binaların savaş döneminden kaldığı belliydi. Binaların dışı çamaşır suyuyla yıkanası ama bu eskilik, kirlilik bir yaşanmışlık barındırıyor. Sokaklar muntazam, tertemiz, her yanda rengarenk çiçekler.. Genel olarak Bulgar insanlarının bizi sevmediği söylense de bizim karşımıza çıkan insanlar çok güleryüzlüydü.. Maalesef Sofya bizim için "Rüzgar Gibi Geçti"
Belgrad - Sırbistan
Belgrad, Yugoslavya'nın başkenti çok önemli insanlar için, Sofya'dan sonra inanılmaz kirli ve yıkıntı bir şehir gibi geldi.. Üzücü bir yanı var şehrin :/ Binaların eskiliği, yolların sokakların eskiliği köhneliği.. Hüzünlü bir şehir olarak kaldı aklımda. Gece hayatı hakikaten çok renkli, insanlar, müzikler, her yerde dans edenler, her yerde ayrı bir canlı müzik.Kalemegdan Kalesi ve Parkı’nı gezdik. Parkın içinde askeri müze, hayvanat bahçesi, çocuk parkı birkaç yapı daha bulunuyor. Savaş zamanında askeri üs olarak kullanılıyormuş. Kaleyi ücretsiz gezebiliyorsunuz.Cumhuriyet Meydanı’nde bulunan Mihailo Obrenoviç (Kralmış kendisi) anıtı İtalyan heykeltıraş Enrico Pazzi’nin 1882 yılında yaptığı bir heykelmiş. Prens Mihailo bir at üstünde ve işaret parmağı ile İstanbul’u gösteriyormuş. Osmanlı’dan son şehirlerin alınması ile Türklerin İstanbul’a, ait oldukları yere geri dönmelerini işaret etmekteymiş.
Gezi Notu:
“Belgrad'da akşam konservelerimizi alarak bir öğrenci parkına gittik. Elimizde alkollerimiz de olduğu için sıkıntı yaşamamak adına genç bir gruba yaklaşarak sıkıntı olup olmayacağını sordum, cevap kapak gibiydi, dert etmeyin burası özgür bir ülke.. Her yerde wi-fi'ın çekmesi de cabası.Sırbistan çıkışında: Sınır kapısı geçmek kadar eğlenceli (!) bir şey yok. Ayrıca o kadar az yemek yiyoruz ki kesin kilo vermiş olarak döneceğim.”Daha Belgrad'dayken arabaların yayalara ne kadar saygılı olduğunu görmeye başladım. Caddenin ortasında durup piknik yapsak kimse kaldırmayacaktı!“Sırbistan sınırında görevliler bariz bir şekilde rüşvet istediler. Görevli kadın bariz bir şekilde nescafe lafı etti, cümleyi tam anlamadık ama yüzsüzce istedi yani.:))”Budapeşte - Macaristan ❤
Budapeşte 20 şehir arasında kalbimi bıraktığım şehir.Hala fotoğraflarını gördüğümde kalbim titriyor. Gezeceğimiz onca yer varken bunu söylediğimde pek ciddiye alınmadım ama 18. gün sonunda arkadaşlarım hapşırdığımda hala “Budapeşte’de yaşa!” diyorlardı. Gündüzü ayrı gecesi ayrı güzel. Gece o ışıklandırmalarıyla beni benden aldı. Bot turundan döndüğümüzde gözlerim falan sulanmıştı. Nasıl bir hissiyat verdiyse.. Bir arkadaşım bu konuya reenkarnasyon bilgisiyle cevap verdi ve geçmişte belki savaş dönemlerinde orada yaşamış olabileceğimi ve bu yüzden aurama sinmiş bir Budapeşte hüznü ve özlemi olduğunu söyledi. Değişik tahmin :))
Sabahın erken saatlerinde Buda Kalesi’nde başladığımız rotada, tepeden tüm şehri görmemizle bizi iyice heveslendirdi tabi. Bu bölgede Budapeşte Tarih Müzesi, Macaristan Ulusal Müzesi, milli Kütüphane, Kraliyet Sarayı, Matyas Kilisesi ve Balıkçılar Burnu’nu gördük. Kaldı ki Matyas Kilisesi fevkalade bir yapı.
Parlamento Binası’nı sabah gördüğümüzde çok etkilememişti ancak 19:00’da başladığımız bot turu havanın kararmasıyla bambaşka bir hal aldı ve ışıklandırmalarıyla görmemizi sağladı. Hayran olmayacak bir insan tanımıyorum şu görüntüye baksanıza.. Parlamento Binası, ülkenin bağımsızlığının ve gücünün göstergesi olarak inşa edilmiş.
Şehrin ilk köprüsü olan Tuna Nehri'nin ayırdığı Buda ve Peşte'yi birbirine bağlayan Zincirli Köprü Budapeşte'nin meşhur ikonu olmakla beraber içerisinde bir efsane barındırıyor: Köprüyü yapan İngiliz William Clark mimarisine o kadar güveniyor ki hiç hata olmayacağını ve biri bir hata bulursa kendini öldüreceğini söylüyor. Bir grup öğrencinin köprüdeki heykelleri görmek için çıktığı okul gezisinde, heykeltıraş da orada bulunuyor ve aslanların ne kadar gerçekçi göründüğü konusunda hava atıyor. Çocuklardan biri aslanlardan birinin dilinin olmadığını gösterince heykeltıraş utancından yerin dibine giriyor ve mimarın söylediğini hatırlayınca intihar ediyor.Kahramanlar Meydanı’ndaki heykeller çok ihtişamlı. Macar halkına mağlubiyet kazandırmış savaş kahramanlarının heykelleri yer alıyormuş burada. Sadece I. Leopold Türklere karşı yapılan savaşta başarılı olmuş. Bunlar dışında Baş Melek Cebrail kolonu görmeden geçilmemeli.
Gezi Notu:
“Macaristan girişinde Reşid Baba'nın Selimhan'a; -Sınır görevlisinin para isteyip istemediğini hissedeceksin, öyle sıkıştıracaksın parayı. Aşkını inkar edersen, bagajları indirin der.- deyişini unutmayacağım.” “Bugün ayın 5'i Pazar, dün gece Budapeşte'de konakladık. Otelimiz merkeze metroyla 3 duraktı. Öğlen otele giriş yaptık valizleri bırakıp, banyo yapıp, hazırlanıp çıktık. Tekne turumuzu yaptık.” “Budapeşte'de tekne turu için en iyi saat bilmeden katıldığımız 19.00. Şehri hem aydınlık hem karanlıkta görebildik. Bugün yola çıktık Viyana'ya geçiyoruz. Gece yarısına kadar orada kalıp sonrasında konaklamadan Prag'a geçeceğiz.” “Bu arada vitaminler önemli ben B12, C vitaminleri kullanıyorum düzenli olarak :)”
Viyana Avusturya
Tam bir sanat - kültür şehri. Dünyanın Müzik Başkenti olarak da bilinen Viyana bu sanatsal yönleriyle beni derinden etkiledi. “Open Piano” diye bir aktiviteye katıldık, ortada bir piyano, çalmak isteyenler sırayla çalıyor. Herkes yerlere oturmuş onları pür dikkat dinliyor. Bir çift ortada modern dans yapıyor. Daha sonra vals başlıyor. Yağmur başlıyor. Kimse hareket etmiyor sadece piyano üstüne tutmak için muşamba getiriliyor. Bu sahne karşısında o kadar etkilendim ki hala duygularımı açıklayamıyorum.Viyana’yı gezmek için ayrıca 4-5 gün ayırmak gerekiyor.
Viyana’da özellikle St. Stephen Katedrali gördüğüm en başarılı yapılardan. Katedral eski kilisenin üzerine inşa edilmiş. Her zamanki gibi Gotik tarz hakim. Gece bu katedralin önünde bol bol gitar çalıp, şarkılar söyleyerek, dans ettik. Viyana’daki sanata duyulan saygı kafasına bir örnek de bu fotoğraf olsa gerek.
Gezi Notu:
“Viyana'da sarayların olduğu yerde Çeşme bulduğumuzdaki sevinci ve içtiğim suyun tadını, Prag'da otelden alıp otobüse kaçırdığım elmanın tadını hiç unutmayacağım. Elmayı Dresden'e giderken durduğumuz benzinlikte çimenlere yayılıp, güneşi üstünde hissederek yedim.. Prag havasından sonra güneş kemiklerimi ısınırken yaşadığım o rahatlama ”
Prag - Çek Cumhuriyeti
Prag’a gitmeyi çok istiyordum. O gotik havasını içime çekmek, Franz Kafka’nın Milenası, Astronomik Saat.. Bir daha gider miyim? Hayır. O kadar karanlık ve kasvetli bir şehir ki beni kurtarın diye ağlıyor resmen. Bu arada Prag’a gelmişken ne zamandır okumak istediğim Franz Kafka’nın Milena’ya Mektuplar kitabına başladım. Kitap aynı Prag gibi :))) Kıymetli cümleleri var ama kasvetli!
Burada en çok görmek istediğim astronomik saatti. 1410 yılında inşa edilmiş ve dünyadaki en eski çalışan saatmiş. Saat 12 saat dilimi ve burcu göstermekteymiş. Üzerinde astronomik bir çizim var ve bu çizim de merkezde dünya ve etrafında da Türkçe olarak doğu, batı, şafak vakti, alacakaranlık anlamına gelen Latince kelimeler varmış. Üzerinde bulunan üç halka dan ilki Çek zamanı, ikincisi Avrupa zamanı ve üçüncüsü Babil zamanını göstermekteymiş. Ayrııcaaaa; üzerindeki figürler de elinde ayna bulunduran kibir ve beğenmişliği, elinde altın kesesi bulunduran aç gözlülüğü ve faizciliği, iskelet ölümün gerçekliğini, mandolin çalan figür de bir Osmanlı figürü olup eğlenceyi sembolize ediyormuş. Aldığım bilgiler bu yönde. Saat halka açık bir meydanda, her saat başında çanlar çalarken, figürlerin 39 saniye kadar hareket etmesiyle insanları kendine çekiyor. Renkleri ve tasarımını çok seviyorum, tam gittiğimiz zamanda yağan yağmur, kalabalık, çanlar ve alkışlar cabası. ❤ Ayrıca bir efsaneye göre; 15. yüzyılda bir saat ustası olan Hanus tarafından yapılır. Saat yapıldıktan sonra herkes bu saate bayılır. Hanus’dan saati nasıl yaptığı öğrenilmeye çalışılsa da Hanus bunu bir sır olarak saklar ve kimseye söylemez. Ancak o dönemin şehir yönetimi bu güzel saatin sadece kendilerinde olduğundan emin olmak isterler. Bu nedenle de saati yapan Hanus’un bu saatten başka bir tane daha yapamasın diye gözlerini kör ederler. Gözleri kör edilen Hanus ise öç almak için saate zarar verir ve bu saat bir daha asla tamir edilemez. 16. Yüzyılda tamir etmeyi başarmış olsalar da saat tekrar bozulmaya başlar ve zamanı yanlış gösterir. En son 1865 yılında saat ciddi bir tamir bakımına sokulmuştur. Fakat 2. Dünya savaşında Almanlar tarafından saat tekrar ciddi darbeler almıştır.
Aziz Vitus Katedrali kosskocaman, göz alıcı bu katedralin yapımı 9 yıl sürmüş. Ne tarafından bakarsanız incelemek için bir sürü işleme görebilirsiniz. Karl Köprüsü, şehrin güç simgesi olan bu köprüde 30 adet heykel var. Fotoğraflarını keşke sabah çekseydik demeden edemiyorum çünkü Budapeşte’den sonra Prag’ın ışıklandırması çok kötüydü. Her yer zifiri karanlık, hiçbir şeyi doğru düzgün göremiyorsun. Neyse bu 30 adet heykelden en önemlisi Aziz John Nepomuk heykeliymiş. Heykelin ortasındaki altın kaplamalı kısma avucunu belli bir süre tutan kişiler bu şehre geri döneceklerine inanıyorlarmış. Buna benzer bir şey Bremen’de vardı, mızıkacılardan eşeğin bacaklarını tutarsan şehre tekrar geri dönermişsin. Ben Prag’da elimi koymamışım iyi ki bir daha geri dönesim yok zaten.
Wenceslas Meydanı, 750 metre uzunluğunda 50 metre genişliğinde kocaman bir meydan. Şehrin ortasında modern bir alandı benim için. UNESCO tarafından Dünya Tarih Mirası listesindeymiş çok şaşırdım. Burada meydana gelen bir olay varmış. Prag Baharı olarak bilinen bu olay Rusya’nın 1968 yılında Çekoslovakya’yı işgal etmesinin ardından bu işgali protesto amacıyla Jan Palach isimli öğrenci kendini meydanda diri diri yakmış. Gencin kendini yaktığı yer haç ile işaretlenmiş ve her sene 16 Ocak’da bu meydanda anılıyormuş. Gece de şehri turlarken Dans Eden Binaları da görelim dedik ve düştük yollara. Bence dans etmiyorlar onu söyleyeyim de.. Halbuki tarih kokan bu şehirde yer alan bir ofis binası sadece. Ayrıca Prag’lılar buraya Fred ve Ginger diyormuş bunun sebebi de ünlü dansçı çift Fred ve Ginger’in danslarından ilham alınarak yapılmışlar.
Gezi Notu:
“Bugün Pazartesi galiba 4. günümüz. Tersimiz düzümüz döndüğünden dolayı arada saçmalıyoruz. Şuan Çek Cumhuriyeti sınırlarındayız. Mola verip kahvaltı yaptık, Prag'a doğru hareket edeceğiz. Prag mimarisini merak ediyorum, görmek istediğim spesifik birkaç yer var, onun dışında küçükmüş diyorlar. Dün geceki otobüs yolculuğumuz çok kötü geçti. Dışarıda yağmur, içeride bir ara uyandığımda kalorifer açıktı, çantalarımızla vs çok sıkıştık. Belim, boynum, özellikle de dizlerim çok ağrıdı. Avrupa'yla ilgili en büyük hayal kırıklığım WiFi. Hiçbir yerde yok, olan yerlerde de doğru düzgün bağlanamıyorsun. Bu konuda en iyi Sırbistan/Belgrad'dı. Nereye gitsek bağlıydık: Caddeler, parklar vs. Prag'ı hiç sevmedim. Mimarisi yine hayranlık uyandırıcı ama Avrupa'nın genelinde o kaotik yapılar yaygın zaten.. Havası çok dengesiz, evet genel olarak kaotik bir dengesizlik. Genelde kapalıymış zaten, yağmurlu iç karartıcı bir havası var. Kafka'nın bitmek bilmeyen depresyonunu anlamış oldum böylece :) Hızlıca şehri gezdik. Burada ünlü trdelnik tatlısını yedik, James Dean isimli bara gittik.”
Dresden - Berlin
Dresden aklımda yemyeşil doğa harikası bir şehir olarak kaldı. Bunun sebebi Zwinger Sarayı’nın ve bahçesinin ihtişamına kapılmam galiba.. O kadar büyüleyici, o kadar eski ve yaşanmışlık dolu bir ortamı var ki! Sarayı alıp yeşillere gömmüşler sanki.
Sarayın bahçesinin her yerinde başka bir heykel, kafayı nereye çevirsen başka bir detay var. Özellikle barok çeşmeleri..
Fürstenzug, Lordları tasvir eden dünyanın en büyük mozaik resmiymiş. Tesadüfen sokağın önünden geçerken görmüştük..
Berlin - Almanya
Gezi notlarıma baktım da, Berlin’le ilgili hiç not almamışım. Hatta Berlin deyince aklıma şehrin isminden çok Black List dizisindeki Berlin kod isimli adam geliyor :) O derece sevmedim. Düzen, kural, disiplin iyi hoş da, ne bileyim soğuk şehir bana kalırsa. Brandenburg Kapısı zaten görülmeden geçilmiyor malum -şehrin en önemli sembolü. 1788 - 1791 yılları arasında inşa edilmiş ve soğuk savaş döneminde Doğu Almanya’da kalmış.
Alexanderplatz, Berlin’i 360 derecelik açıdan seyredebileceğiniz kule aynı zamanda televizyon kulesi. İçerisine belli bir ücretle çıkabiliyorsunuz. Çıktığınız kulenin manzara izleme dışında bir üst katı daha var, orası da restoran. Oraya da oturacağız diye çıkıp turlayıp hemen inebilirsiniz. Zaten Eiffel’den sonra inanılmaz basık, havasız bir kule. Restoranı döndüğü için manzara gerçekten 360 derece oluyor :))
Berlin Katedrali, bence Berlin’in en güzel yeri. 1700 yıllarda Barok stilinde tasarlanmış. Yapının önünde çimenlerden oluşan bir alan var, herkes kendini atıyor. Böyle tarihi bir yapı karşısında uzanıp saatlerce oturabilirsiniz.
Amsterdam - Hollanda
Amsterdam, Amsterdam..Çok acayip bir şehir burası. Hem çok eğlenceli, hem çok yorucu, hem çok kafa buldurucu :)) Geçen yıl Temmuz gibi gittiğimde buz gibiydi, o kadar hastalanmıştım ki devamında gittiğim Bremen çekilmez olmuştu. Bu yıl Eylül’de gittiğim halde hava o kadar sıcaktı ki şortlarla, gömleklerle gezdim inanılmaz keyif aldım. Hatta instagram hesabımda paylaştığım bu fotoğrafımın altına şu notu düşmüştüm: “Bu kalabalık şehrin nesini özlemişim bilmiyorum ama kanalları görünce içimden kelebekler uçuverdi. Şansımıza hava mis.” Bu arada geçen sefer geldiğimde denemiş olduğum mantar maceramdan sonra (önceki Amsterdam yazımda bulabilirsiniz.) bu sefer kek deneyelim dedim. Tabii mantar öyle bir mideye vuruyor ki, otobüs yolculuğunda gözüm yemedi. Keki alırken ağır olduğunu söylediler, biz de otele dönünce lobide yedik. Tadı brownimsi olduğundan löp löp gömdüm tabii. Neyse bekledik bekledik mideme dokunmadı -ki bu çok şaşırtıcı çünkü her şey mideme hemen etki eder. Biz de çıkıp uyumaya karar verdik. Bir arkadaşımızın midesine çok dokunmuş, bütün gece uğraşmış durmuş. Bende şöyle bir etki yarattı, bütün gece mışıl mışıl uyuduğum gibi ertesi gün otobüs yolculuğumda da bütün gün uyudum. Yani birileri sesleniyor duyuyorum, cama vuruyorlar duyuyorum ama sanki paralel evren göz kapaklarım kalkmıyor. Sonra bir şekilde ayıldım, bu yolculukta en derin uykumdu herhalde :))) Tabii bunlar yine RedLight gecesinde oldu. Sokaklar yine cıvıl cıvıldı ama birçok tabiri caizse “RedLight” kapanmıştı. Neden bilmiyorum, biz çok şaşırdık. Bu arada aklımızdan geçen bir şeyi anlatmak istiyorum. Kafalarımız tatlı tatlı dar sokaklarda gezerken, aklımıza bayanlar için RedLight modeli bir yerin olup olmadığı takıldı. Hatta üşenmedim Türkiye’den bir arkadaşımı aradım sordum :)) Sonra sokağın birinden geçerken evinin merdivenlerinde oturmuş bir kadına sormaya karar verdik. Kadın yirmi yıldır burada yaşıyormuş ama böyle bir şey duymamış, fikrimizi çok mantıklı bularak googleda hemen ufak çaplı bir araştırmaya bile girişti :)) Maalesef olmadığını öğrendik, kendisi de bu duruma çok üzüldü :))) İnsanların bu şehirdeki rahatlığı her zaman beni etkileyen bir şey olacak. Yani Türkiye’de şunun %1’ini birine sorsan taşa tutarlar, kadın gayet tiye alarak esprilerle cevapladı. Amsterdam’a gidince Kraliyet Sarayı, Dam Meydanı’nı görmeden gelmiyor kimse zaten. Kalabalık bir ortam işte :) Ben uzun zamandır Anne Frank’ın Evi’ne gitmek istiyordum, bu sefer denk geldi. Anne Frank Evi 2. Dünya Savaşı’nda Anne’nin ve ailesinin iki yıl boyunca saklandığı evin müzeye dönüştürülmüş hali. Aslında evde onlara dair pek bir şey kalmamış ama insan o duvarlara dokundukça, yaşam alanlarının karanlığını gördükçe bir garip hissediyor. Ev aslında eski bir tüccara aitmiş ve Amsterdam’daki Yahudileri toplatan Almanlardan kaçan Frank ve Van Pels aileleri 25 yıl boyunca buradaki gizli dairede saklanmış. Bu dairenin yani daha doğrusu odaların gizli garip girişleri var. Aileler sonunda ihanete uğrayarak yakalanmış, Anne Frank’de maalesef hastalıktan ölmüş. Anne’nin odasının duvarındaki resimleri gördükçe, burada kaldığı sürece günlüğüne yazdıklarını okudukça öyle duygulandık ki müzeden çıkarken şıpır şıpır damlayan gözlerimi silmek zorunda kaldım. Etkilenmemek ve onca insanın arasında bu kadar çaresiz hissetmek kolay değildi. Kitabı alıp okumadım ama en kısa sürede edinmek istiyorum. Bu arada girişindeki bilet kuyruğunu görmeniz lazımdı.. Madam Tussaud Balmumu Müzesi’ne de gittim bu sefer. Çok eğlenceliydi ya. Yol arkadaşım Merve ile birlikte öyle bir hızlı, hevesli girip çıktık ki hatırlayamıyorum bazı kısımları. O beni fotoğraflıyor, ben onu fotoğraflıyorum, hop diye bir heykelin önüne atlayıp birlikte çekiliyoruz falan. Wolverine hayallerimi süslüyordu maalesef yoktu :( Neyse biz de diğer fantastik karakterlerle idare ettik.
Saatlerimiz dolarken ve otele gitmek üzere yola çıkacakken son bir hız I am Amsterdam’a gidelim dedik ama onca koşuşturmaya rağmen yetişemedik. Bir de Van Gogh’a gidemedim yine. Neyse onları da bir dahaki sefere çıkartırım. Bu arada sokağa çökerek yediğimiz patates kızartmasının lezzeti damağımda duruyor.
Ve ilk kısmı böyle sonlandırıyorum. Yazarken nasıl yoruldum anlatamam :)) İkinci kısım ne zaman gelir hiiç bilmiyorum. Ama heyecanlı gidecek yani Paris, İtalya, Ohrid vs. vs. Kaçtım :)