Rotterdam’da kayda değer anı biriktiremeyeceğimiz kadar kısa kaldık diyebilirim. Burada özellikle görülmesi gereken birkaç yer var zaten. (Uzun uzun gezmeye kalksak neler vardır kim bilir de..) Kübik Evler, aşağıda fotoğraflarını göreceğiniz tasarım harikası evler oluyor bunlar. Bir kısmı üniversite binası olarak kullanılıyormuş, bir kısmında ise yaşayan aileler varmış. Evlerin küçük ama prestij meselesi olduğunu okumuştum birkaç yerde.
Ayrıca, tramvayın geçtiği yolun böyle yeşil ve temiz olması etkilendiğimiz şeylerden biriydi.
Markthal, kapalı bir Pazar alanı. Dışarıdan baktığınızda AVM gibi ama içeri girdiğinizde Pazar konsepti hakim. Binanın tasarımı - özellikle tavanı boydan boya sebze meyve resimleriyle kaplı. Bu bina Rotterdam için başlı başına önemli bir projeymiş.
Rotterdam’a giderseniz ayrıca Boijmans Van Beuningen Müzesi (sanat müzesi), Erasmus Köprüsü, Euromast gözetleme kulesini ve tabii ki ünlü Yel Değirmenlerini görebilirsiniz.
Bu arada biz de Schiedam’daki değirmenlere uğramıştık.
Brugge - Belçika ❤
Anlatmaktan en çok keyif alacağım şehirlerden biri daha. Brugge çevremde herkesin anlattığı, tavsiye ettiği, hayaller kurduğu bir şehirdi. Şuan düşündüğümde bile yakın olsa her hafta sonu çıkıp gidilecek, huzur bulunası bir yer gibi gözümde. Lille’de yaşayan bir arkadaşım tam da bu şekilde hafta sonları gittiğini anlatırken ne kadar şanslı olduğunu bilmiyordu tahminimce. Lille demişken, zaten bunlar kuzey şehirleri olduğu için birbirlerine çok benziyorlar. Lille’de Fransa’nın en büyük kuzey şehri olmakla birlikte Brugge ile birebir mimarilere sahip.
Neyse Brugge’e geri dönersek, adımımı attığımdan itibaren sakinliği beni çok etkiledi. Mimarisi, daracık sokakları, yeşilliği, at arabaları..
Burg Meydanı, Çan Kulesi ama en güzeli Çarşısı ❤ Çarşı diye geçen yerde baloncuk yapan bir adam vardı. O baloncuklar etrafa saçıldıkça insan kendini masal şehrinde gibi hissediyor gerçekten. Şehri genel olarak turladıktan sonra, faytonla gezmeye karar verdik. Yeterince eğlenceli bir gruptuk diye düşünüyorum :)) Bisikletle yanımıza yanaşıp, faytona tutunan tatliş bir çiftle gülüp eğlendikten sonra minik minik evlerin yanından geçerken pencereye çıkan bir grup gençle gülüşüp pek ciddi fayton kullanıcımız bize şehri anlatmaya devam etmişti. Kapalı havanın böyle hakim olduğu bir şehrin bu kadar huzur verebilmesini garipsemiştim. Hemen aramızda burada ne iş yapılır, nasıl kalınır sohbetleri çevirdik tabii ki. Çıkardığımız sonuç restoran, dükkanda vs. çalışmayacaksınız yakın şehirlere gitmeniz gerekiyor. (sallamış da olabiliriz.) Neyse :)))
Bu arada Alman çikolatası falan yalan yani. Brugge’den aldığım bir valiz dolusu mis gibi çikolatanın ömrü çok uzun olmadı.. Şuraya da valizden çıkan şeyleri bir koyalım :)
Paris - Fransa
Evet bu yıl Paris’e iki defa gidebildim. Şans gibi görünse de Avrupa Rüyası gezimde ilk defa Paris’te bulunuyordum ve en sevmediğim şehir olma unvanını taşıyordu. Bunu gezdiğimiz onca huzurlu, yeşil, sessiz sakin yerin üzerine denk geldiği için düşündüğümü varsayıyorum. Çalıştığım müdürlerden biri ikinci gidişinde daha çok seveceksin demişti, hakikaten öyle oldu. Ancak Brugge’ün üzerine Paris’e vardığımda gördüğüm insan karmaşıklığı, kalabalık, metronun pisliği üst üste geldiği için tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Notre Dame ki yıllardır hayalini kurduğum katedral bile hayal kırıklığıydı :/
Biz kısıtlı zamanımızı sabah Eyfel’e çıkmak için ayırdık. Bu gezi boyunca tırmandığımız, çıktığımız kale kule ne varsa en iyisi net bir şekilde Eyfel’di.
Sonrasında Moulin Rogue ve Ressamlar Tepesi’ne gitmeyi tercih ettik. Bunları diğer yazımda detaylı yazdığım için tekrar etmeyeceğim. Yine de Paris’in en güzel yeri istisnasız Ressamlar Tepesi bence. Saçımın şahaneliği! Bir elbisemiz yoktu ki yanımızda Marilyn Monroe efekti verelim! :)
Otele gelip dinlendikten sonra akşam Hop On Hop Off denilen otobüslerle gezmek için çıktık. Normalde sabah tarifelerinde istediğiniz yerde inip binebiliyorsunuz ama gece tarifelerinde durmadan gidiyorlar. Şehrin her yanını gezdik, ışıklandırmalar çok güzeldi.
Ben de kendi kendime bu seyahatte yorulmadım, hastalanmıyorum, herhalde vitaminler iyi geldi falan diye düşünürken otobüsle turladığımız gece - kalın giyinmeme rağmen - nasıl bir soğuk yediysem hastalık belirtileri baş göstermeye başladı. Bunun sonu 11 EUR’luk çorbaya çıktı, o yüzden otuz defa tekrar edebilirim :)))
Pisa - İtalya İtalya’ya Pisa ile giriş yaptık ve evet herkes Pisa Kulesi için değişik pozisyonlara girdi maalesef :) Burada dikkat etmek gereken nokta çimlere basmamak! Tam oturmalık, keyif yapmalık duruyorlar ama maalesef yasakmış.
Mucizeler Meydanı olarak geçen bu meydanda görülecek üç önemli yapı var:
Pisa Kulesi’nin yapılış amacı Duomo Ktedrali’nin çan kulesi olmasıymış. Gel gör ki şuan Katedrali Pisa kadar bilen yok :)))) Yapım sırasında fazla derin temel kazılmadığı için, kule üçüncü katı itibariyle eğilmeye başlamış bu yüzden de yapımına 100 yıl kadar ara verilmiş. Sonra bir takım sağlamlaştırmalar yapılarak tamamlanmış.
Katedral’e gelirsek, aslında oldukça görkemli bir Gotik mimarisine sahip.
Burada bir de Pisa Vaftizhanesi var ki benim favorim. Katolik vaftizhane İtalya’daki en büyük vaftizhaneymiş.
Floransa - İtalya
Hayatımın en iyi cappucinosunu içip, en iyi tiramisusunu yediğim Floransa! İtalya’nın dizilerde, filmlerde gördüğüm sanat-kültür geçmiş ruhu gerçekten hala yaşıyor. Sanmıyorum ki bu doku bozulsun. Gezecek görecek o kadar çok yeri vardı ki, İtalya apayrı bir turu hak ediyor.
Floransa yani Firenze İtalyanca’da çiçek anlamına geliyormuş. Simge olarak zambak kullandıkları için bolca karşınıza çıkıyor. Şimdi bir de bunların böyle garip bölgesel dağılımları var Toskana olarak geçen bölgenin başkenti de Floransa olmuş. Medici ailesinin hükümdarlığına girmesiyle de kent en büyük yükselişini yaşamış zamanında. Şimdi burada oturup İtalya tarihi anlatmak istemiyorum ama Michelangelo, Leonardo da Vinci , Botticelli, Mediciler, Rönesans, Uffizi, Vecchio bunların hepsini barındıran bir ülkeye nasıl hayran olunmaz ki? Gittiğimiz gün o kadar kalabalıktı ki sadece mimarilere bakıp geçmek zorunda kaldık: Uffizi Galerisi: Uffizi ofisler anlamına geliyormuş. Şuanda nadide eserlerin bulunduğun bir müze olarak kullanılıyor.
Floransa Katedrali: Dan Brown’un kitaplarından da hatırlayacağınız katedral o kadar heybetli ki, dibine gitmeden anlamıyorsunuz. Fotoğraf karesine bir türlü sığdıramadığımız bu katedrali uzaktan izlemek en güzeli.
İlginç olan Gotik tarzda hazırlanıp, renkli taşlarla yapılması..
Vecchio Sarayı: 94 metre yükseklikteki saray görmeden geçemeyeceğiniz mimarilerden zaten.
Medici Sarayı’nın önünde de Michaelangelo’nun Davut Heykeli’nin replikası var. Aslı müzede sergileniyor ama bu kalabalıkta müzeye nasıl girerdik, kaçta çıkardık bilmiyorum.
Ayrıca Arno nehri şehirden geçtiği için iki tarafa ulaşımı sağlayan Ponte Vecciho köprüsü şehri aynı zamanda eski şehir ve yeni şehir olarak ayırıyor. Mediciler bu köprüyü yazlık saraylarına gidebilmek için yaptırmışla.
Floransa sokaklarındaki heykellere, sanata dayanamayıp biz de bir replika yaptık :D
Ayrıca Floransa’ya kadar gelmişken Fiorino D’oro’da mantarlı margarita pizza yedim. Beklentimi çok yükselttiğim için mi, oturduğumuz yer iyi olmadığı için mi bilmiyorum pizzasını çok beğenmedim.
Floransa sokaklarında hiç beklemediğiniz bir duvarda Dante’yi bulabilirsiniz ya da Zorro’yu. Ben başta bir tane sanıyordum, gezdikçe her yerde bir resim gözüme çarpmaya başladı. Biraz araştırınca “Blub” olarak imza atan bir sokak sanatçısı olduğunu öğrendim. Instagram adresi de: @lartesanuotare
Roma - İtalya Kolezyum şehri Roma’ya gelince öncelikle Kolezyum’u görmeye gidiyorsunuz tabii. MS 72 yılında yapımına başlanan yapı eskiden gladyatör dövüşlerinin yapıldığı bir alanmış.
Roma Forumu olarak bilinen bir diğer önemli alan Roma’nın ticaret ve hukuk merkezi olarak biliniyormuş.
Bu gezi boyunca şansımıza gittiğimiz her yerde bir tadilat, temizlik vardı. Giremediğimiz bir sürü yer oldu :/ Bunlardan bir tanesi de Aşk Çeşmesi. Çeşmeyi görmeye gidiyoruz ve içerisindeki su dibinde temizlik yapılıyor.. Neyse biz attık yine paralarımızı diledik yani :))
Üzerinde bulunan heykellerden en güzeli Neptün heykeli.
Pantheon, İmparator Hadrian tarafından yapılan yapı Tüm Tanrıların Tapınağı anlamına geliyormuş. İçeriye girdiğinizde kubbesi çok güzel. Zamanla Katolik Kilisesi halini almış bu yapının kubbesinin tam ortasında içeriye ışık girmesini sağlayan bir delik var. Rivayete göre şeytanlar bu delikten gökyüzüne çıkarmış.
Burada unutmayacağım bir şey var ki, Pantheon önünde dinlenirken müzisyen bir kadının Halleluja söylemesiydi. Halleluja zaten başlı başına bir yapıt, bir de kendini böyle kültürel bir şehrin ortasına tek başına gelmiş olarak bulduğunda dinlediğin parça bu oluyorsa.. O sessiz sokaklarda durup milyonlarca şey düşünebiliyorsun. Neler yaşadım, neden buradayım, kaç şehir gezdim, hangi sabah nerede uyandım, makarnayı nerede yedim, döndüğümde ne yapacağım?..
İspanyol Merdivenleri, yine tadilatta olduğu için abidik gubidik inşaat haline denk geldiğimiz yer. Öyle çok bir esprisi de yok bence..
Yürürken yürürken açlıktan kıvranmaya başladık ve Vatikan’a girmekten vazgeçtik. Vatikan bildiğiniz gibi dünyanın en küçük ülkesi olarak Roma’nın göbeğinde bulunuyor.
Ben mi çok duygusuzum bilmiyorum ama gittiğim şehirlerde en keyif aldığım kısım yeme kısmıydı :D Vatikan yakınlarında Satiricus diye bir restoranda makarna yedik, çok da sevmedim desem?
Venedik - İtalya
Ve favorilerimden biri daha. Herkesin dilinde dolaşan Venedik beni su kanallarıyla değil ama daracık sokaklarıyla büyüledi..
Venedik’te San Marco Meydanı’nda bulunan Campanile Kulesi ve Dükler Sarayı’nı görebilirsiniz. Çan Kulesi, Saat Kulesi ne ararsanız var ama burası Venedik işte. Gondola binmek, su kanallarında gezmek, sokaklarında kaybolmak için var gibi daha çok.. Bu sebepten gidilecek yerleri anlatmak sıkıcı geliyor.
Gondolcuyla konuşurken burada doğup büyüdüğünü öğrendik. Neden bilmiyorum, belki de çok turistik bir bölge olduğundan çok garipsedim bu düşünceyi. Yani Venedik’te doğup büyürsen burada ne yapabilirsin ki? Adam gondolcu olmuş işte, maske dükkanları, restoranlar vs. Maske demişken, o gün çok keyifsizdim, bir de maskelerin fiyatları uçmuş gitmişti alamadım ya içimde patladı :/
Dediğim gibi, gezi notlarıma da bakınca en mutsuz olduğum akşamın Venedik akşamı olduğunu gördüm. Turun yoğunluğu ve yorgunluğundan dolayı sinirlerim çok bozuktu. Balkanlara dönüyor olmak içime su serpiyordu. İnsan bir yerden sonra bir şeyleri özlemeye başlıyor galiba..
Venedik’le ilgili unutmak istemediğim bir diğer şey yediğim Pesto soslu makarna. Oturduğumuz onca restorandan sonra elimize alarak, sokağın kenarına çöküp yediğim o güzelim makarnanın tadı hala damağımda.
Lübyana - Slovenya
Lübyana’ya gelmemizle birlikte yeniden samimiyete kavuşmuşuz gibi hissettim. İstanbul’da yaşadığım için kalabalık yerlerden çabuk sıkılıyorum. Lübyana’nın simgesi ejderhalarmış, her tarafta ejderha heykelleri görmek mümkün. Güç ve cesareti simgeliyormuş.
Lübyana Kalesi: Açlık ve yorgunluk sebebiyle tırmanamadığımız kale olarak hafızalarda yerini aldı.
Şehrin Üçlü Köprüsü adını üç köprü şeklinde yapılmasından dolayı almış.
Ejderha Köprüsü yine iki yanında ejderhaların bulunduğu bir köprü.
Şehir yurtdışından gelen öğrencilerin de çokça tercih ettiği bir şehirmiş. Bir kere aile şehri gibi ve çok temiz olduğunu eklemeliyim. Köprünün kenarından tuvaletlere indik, ücretsizdi. Girmeden önce yine hijyen sıkıntısı yaşayacağız diye konuşurken, ücretsiz olmasına rağmen tertemiz tuvaletlerle karşılaştık.
Lübyana’ya kadar gitmişken dillere destan Bled Gölü’nü görmek için yanıp tutuşuyordum. Turda yaşanan bir takım gecikmelerden dolayı iptal etmek zorunda kaldık. Oralara giderseniz görmeden dönmeyin bu güzelliği.
Bled Gölü, Lübyana’dan 50-55 kilometre uzaktlıkta, Slovenya’nın en çok turist çeken yerlerinden biri. Bu gölde motorla gezilebiliyor, ortadaki adaya gidilip kilisenin içi de gezilebiliyor. Gölün ortasındaki, fotoğraflarda gördüğümüz o meşhur ada da bir kilise var. Kiliseye 99 basamakla çıkılıyor. Buranın adeti, yeni evlenen çiftlerde damat gelini kucağına alarak bu basamakları çıkıyormuş.
Marketten aldığımız abur cuburları parka yayılıp yedik. Park da yine sessiz sakin, tertemizdi.
Zagrep - Hırvatistan
Zagrep son yıllarda meşhur olan şehirlerden biri. Gezecek birçok yeri var ve gece hayatıyla da çok seviliyor.
Ayrıca gece görme şansımız bulduğumuz Zagrep Katedrali yine gotik tarzda yapılan katedrallerden. Katedralin hemen önünde melek ve Meryem Ana sütunları var.
Üsküp - Makedonya
Üsküp, Vardar Nehri’nin iki tarafına kurulmuş eski ve yeni şehir olarak ayrılmıştır. 1963 yılında yaşanan depremde şehrin büyük bir kısmı yıkılmış :/
Şehrin en önemli simgesi Taş Köprü eski ve yeni şehri birbirine bağlıyor.
Makedonya Meydanı, şehrin gelişmekte olduğunun göstergesi gibi aslında. Her yanda heykeller var. Ortasında Büyük İskender heykeli dikilmiş.
Ayrıca en sevdiğim binalardan biri Arkeoloji Müzesi binası. Önündeki heykele ayrı bir sevgim var.
Ohrid - Makedonya
Ohrid’in yeri bende bambaşka.. Kaldığımız otelin gölün kenarında olması, gittiğimiz eğlence, birbirini tanımayan bir sürü insanın duygularını paylaşması vs. hepsini burada yaşadık. Turun sonuna geldiğimiz için yaşadığımız yorgunluklar, biriktirdiğimiz anılar, bitmek üzere olan güzelliğin kıymetini hep burada anladık.
Kaldığımız otel zaten gölün kenarında şahane Hotel Bristol oteldi. İnsan sezon dışında bu otele gidip bir hafta sonu geçirse kendine gelir zaten..
Ohri Gölü Avrupa’nın en eski ve derin gölüymüş. Tertemiz bir göl zaten. Sabah merkezde turladıktan sonra, hızlıca otele gidip yanımıza almayı unuttuğumuz bikinilerimize yanarken dayanamayıp kıyafetlerle göle atlamaya karar verdik. Bu sırada hasta olmam, suyun buz gibi olması, güneşin az olması, havlumuzun olmaması gibi konuların beni hiç etkilememiş olması :D
Biraz dinlendikten sonra, şehri gezmek için merkeze geri döndük. Güneşin batışını yakaladık, manzara harikaydı..
Çok güzel takılar satılıyordu, bir tane küpe aldım. Ayrıca buradan inci alabilirsiniz ama inci bildiğiniz inci değil tabii o yüzden de ucuz. Denizden çıkarılan istiridye ve balık pullarıyla falan yapılıyormuş. Madden bakmazsanız görüntüleri gayet güzel.
Akşam -şuan adını hatırlayamadığım ve anlaşılan içmekten checkin yapmayı unuttuğum- bir mekana eğlenmeye gittik. Yöresel dansların yapıldığı, meze, incir rakısının içildiği, güldüğümüz, ağladığımız, dans ettiğimiz, sabahlara kadar dertleşip sohbet ettiğimiz bir gün geçirdik. Soldaki fotoğrafta telefonların bir arada durmasının bir sebebi var elbet. Murat abinin telefona bakmayı yasaklaması :)
Selanik - Yunanistan
Selanik’e gelmenin güzelliği Atatürk’ün Evi’ni gezmek olacaktı ki giriş saatini kaçırdık. Dışarıdan bakmakla yetinip, karşısındaki dükkanlardan hediyelik eşya ve magnet işlerimizi hallettik.
Beyaz Kule’yi gördükten sonra sahilde güzel bir yürüyüş yaptık. Bu arada bu yapı Rumelihisarı’nın kopyasıymış ve uzun yıllar zindan olarak kullanılmış. Sonra Yunanlıların eline geçmesiyle vaftiz etmek amacıyla beyaza boyanmış ve bu ismi almış.
Daha sonra yolumuza devam edip, sınırdan giriş yaptık.. Bu yolculuğun bana kattığı en önemli şey tanıma fırsatı bulduğum o güzel insanlar. Öyle ki, şoförlerimizden birini Silivri'de bırakıp yolumuza devam ederken içimiz parçalandı. Bir diğer şoförümüz yine erken inecekti göz yaşlarımızı tutamadık. Dayanamadık kahvaltıyı birlikte yaptık. Daha Pazartesi birkaçımız yeniden buluştuk. Yani demem o ki; gezmek tozmak, yeni yerler görmek, keşfetmiş gibi hissetmek, bakış açını, amaçlarını hedeflerini değiştirmek güzel ama paylaşmak var ya, işte o bambaşka. Bu yüzdendir ki tek başıma seyahat etmeyi hiç sevmedim. İlk kez tek başıma seyahate çıkmak için kendime bir şans verdim, onda da yine paylaşmanın derinliğine emin olmamı sağlayan insanlarla tanıştım. O hiç geri getiremeyeceğimiz anıları fotoğraflarda ve yazılarımda saklayacağım.
18 günde gezdiğim bunca şehirden sonra birkaç güzel tavsiye vereceğim.
Sofya’nın geniş sokaklarında turlamadan,
Budapeşte’de 19:00 motoruyla, Tuna’da gece ışıklandırmasını görmeden,
Viyana’da -denk gelebilirseniz- open piano dinleyip, şinitzel yemeden,
Prag’da trdelnik yemeden,
Dresden’de Zwinger Sarayı’nı gezmeden,
Berlin’de Berlin Duvarı’nı görmeden,
Amsterdam’da felekten bir gece yaşamadan,
Rotterdam’da Kübik Evler’le fotoğraf çektirmeden,
Brugge’da faytonla gezmeden,
Paris’te Montmartre’ye çıkmadan,
Pisa’da saçma bir fotoğraf çekilmeden,
Floransa’da cappucino-tiramisu keyfi yapmadan,
Roma’da pizza yemeden,
Venedik’in petso soslu makarnasını tüketmeden-gondola binmeden,
Lübyana’da Bled Gölü’nü görmeden,
Zagrep’in barlar sokağında eğlenmeden,
Belgrad’ın gecelerini görmeden,
Üsküp’te köfte yemeden,
Ohrid’de göle atlamadan,
Selanik’te güneşin batışını izlemeden dönmeyin.
Bu arada daha detaylı fotoğraflar için instagram hesabım: s.ozekan